nihat genç
4977 entry daha
- nihat abimizin ardından yazılanlar arasında beni en çok etkileyen yazı, kerem han kardeşimin yazdıkları oldu;
bizi tanımayanlar bu son şarkımızdı sanıyorlar
“bizi tanımayanlar bu son şarkımızdı sanıyorlar” diyen karanlıkta dans filminin bu son cümlesiyle seslendim hayata. umutsuzluğu öğrendikçe delice umudu aradım. o gün bu gün, bu siyasi kavganın ayaklarına bu yüzden nal gibi çakıldım.” (nihat genç, tek tabanca, s.70)
2010 yılının sıcak bir yaz günü. manyas’taki evimdeyim. kemoterapiden tam olarak arınmamış savunmasız bir bedenim ve çok derin bir heyecanım var… onu aramaya ise hiç cesaretim yok. telefonumun tuşlarında, sanki eski çağlardan kalma kutsal bir kabuk var. kanat çırpan ellerimde huzursuzluk, parmaklarımda tuhaf bir uyuşma hissediyorum. ürkek aklımdan komutlar alan ellerim zincirlere vurulmuş. ama şunu çok iyi biliyorum: zincirlerimi kırıp onunla konuşabilirsem dünyalar benim olacak! onunla konuşmanın yaşatacağı coşkuyu hayal ederek kendime cesaret veriyorum. o, öğrencilik günlerimde sesini kaydedip üniversite kantininde arkadaşlarıma bangır bangır dinlettiğim kahramanım; adı nihat genç… hayranlığım, kötü ve sinsi bakışlardan da mimlenmekten de korkmayacak kadar büyük!
misafir odasının penceresi susurluk’un keltepe dağı’na bakıyor. keltepe, heybetli bir dağ olmadığı için farklı yerlerde hürmet görmeyebilir ama manyas ve susurluk gibi küçük ilçelerde tanrıça gibi muamele görüyor. gökyüzünün maviliğiyle birleşen bu dağda müthiş kışkırtıcı güzellikler ve sonsuz bir huzur buluyorum. bu manzaraya bakarak konuşmak beni rahatlatır diye düşünüyorum. aramadan önce derin derin nefes alıyorum ki konuşurken kesilmeyeyim, tıkanmayayım. nihayet arıyorum, hemen cevap veriyor! konuşmaya çalışıyorum, nabzım yine yükseliyor. çatallaşan, kaskatı kesilen sesimden heyecanımı fark etmiş olacak ki su şırıltısı gibi, ninni söyler gibi alçak bir ses tonuyla konuşuyor benimle. hatta, telefonu kapatmadan önce cüretkâr bir şaka yapacak kadar rahat hissediyorum kendimi. “abi,” diyorum, “kendimi anlatmaya çalışana kadar küfredip yüzüme kapatacaksın zannettim…” ilk konuşma böylece bitiyor. gönlüm sonunda muradına eriyor.
peki, nihat genç herkese küfreder mi? o zamanlar neyin neden olduğunu tam olarak idrak edemiyordum belki. nihat genç’in şahsiyeti, dili, kelimeleri; kimlerin yanında, kimlerin karşısındadır? nihat genç facebook sayfasının kurucusu, en iyi arkadaşım, benden yaşça büyük olan alper’le bir diyaloğumuz olmuştu ilk zamanlar. ben yanlış bir lâf ettim: “ne güzel, nihat genç halka inebiliyor,” dedim. alper şöyle yanıt verdi: “halka inebilmesi için halkla arasında mesafe olması gerekir ya da halktan kopuk bir yaşam sürüyor olması gerekir. nihat genç halkın ta kendisi. senin sesin, benim sesim, halkın duyulmayan sesi. kısmaya, boğdurmaya çalıştıkları bir ses. biz, doğru adamın peşinden yürüyoruz…”
fil hafızalı, canavar gibi okuyan, hiç kimseyi eleştirmekten korkmayan, çok zor beğenen, güdülemez çocuklardık. bize itiraz etmeyi, bir ideolojiye, partiye, lidere körü körüne bağlanmamayı öğreten insandır nihat genç.
kişiliğimize şekil veren; mayamızı yoğuran, insanî değerlere olan hassasiyetimizi geliştiren, dünyaya bakışımızın temellerini atan ve en önemlisi, kendine ve toprağına güvenen bağımsız bir kalemin nasıl ve hangi inançla ayakta kalabildiğini bizlere yaşayarak öğreten insandır nihat genç.
bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, biz zamanında doğru adamın peşinden yürümüşüz. doğru bildiğini hiç çekinmeden konuşan adamın! paraya, pula, makama tamah etmeyen, dizginlenemeyen, satın alınamayan bir sesin, kalemin, bedel ödeyen yurtsever bir aydının peşinden yürümüşüz. o, karanlık dehlizlerde ışığına güvendiğimiz tek fenerdi.
“ben mustafa kemal’i görmüşüm, bu toprağın annelerini, öğretmenlerini tanımışım, allah’ın bize bahşettiği nice güzellikler görmüşüm! ben artık seni tanır mıyım?”
telefonla o ilk konuşmamızdan bir yıl sonra, hastalığımı tamamen atlatmış, üniversitede turizm bölümüne kayıt yaptırmıştım. ders aralarında kantinde toplanırdık. nihat abi aradığı zaman, telefonu masanın üstüne koyardım. arayan kim, herkes görsün diye. bazıları tanımazdı. “nihat genç kim?” diye sorarlardı. işte, o zaman sazı elime alırdım:
“nihat genç kim mi? 20. yüzyılda türkiye’nin yetiştirdiği en büyük edebiyatçılardan biri. yedi bin kitabı hatmetmiş çok sıkı bir entelektüel. cumhuriyet’in aydını, vatansever bir fikir işçisidir. en ölü kelimeleri bile dans pistine kaldırıp vals yaptırabilecek kudrete sahip keskin dişli bir kurttur! aynı zamanda çiçero’yla birlikte bilinen tüm zamanların en büyük hatibidir!”
bir kız, o sıralar benden çok hoşlandığını söylemişti. bende de ona karşı büyük bir aşk potansiyeli vardı. destansı bir aşk hikâyesi yazabilirdik. dağları delebilirdim onun için. gerdek gecesinde, dalgalı denizler gibi yerinde duramayıp taşan göğüslerinin düğmelerini açarken yanıp kül olabilirdim. bir gün kampüse giderken, yanımda nihat genç’in cadde yayınları’ndan çıkan amerikan köpekleri kitabını getirdim. kız, kitabın kapağına şöyle bir baktı, yüzünde güller açtı: “aaa, fettah can!” dedi. bir daha görüşmedik.
bir gün hocamız, bizden doğduğumuz bölgeye, yöreye ait bir sunum hazırlamamızı istedi. ben, kendimden çok kastamonulu arkadaşım alparslan’ın sunumuyla ilgilendim. birlikte, kastamonu’nun tarihî ve turistik yerlerine dair kısa, kitabi bir sunum hazırladık. farkımızı sonda göstermek istiyorduk. nihat genç’in “atatürk kastamonu’da güreş tutarken” adlı bir videosu vardı; onu yayımladık. o anda bir sema sessizliği dört bir yanı sardı. nihat abi, en hoppa gençlerin bile gönül tellerine dokunan bir samimiyet yakalıyordu anlatısında. sınıfımızda, yaşıtımız genç arkadaşların televizyonlarda daha önce hiç görmedikleri bir dürüstlük ve hiddetli bir harbilik vardı bu kesitte. bir askerin şehadeti gibi, şırıl şırıl, gür ve tertemiz bir vecd hâliyle, sonsuz bir aşkla anlatılan bir mustafa kemal atatürk gerçeği vardı! videonun sonunda arkama baktım; nihat abi’nin mert sesinin yankıları, sınıfın ortasına adeta gözyaşartıcı bir bomba bırakmıştı. herkesin gözleri, dere yatağına gömülmüş gibi ıslak ıslaktı. artık sınıfımızda nihat genç’i tanımayan kalmamıştı.
***
nihat genç’e “faşist” dediler. nihat genç’in yazılarında en çok bahsettiği konular şunlardır: kardeşleşme, dayanışma, ahilik ve lonca teşkilatları, hukuk önünde eşitlik, insan hakları, gelir adaletsizliği, kooperatifleşme, karma ekonomi, katma değerli ürün üretmek, mustafa kemal’in bağımsızlık yolunda kalkınma fikirleri ve hamleleri, adil bölüşüm, hakça paylaşım… listeyi daha da uzatabiliriz. bu asrın kapkaranlık ormanında, dağ yüküyle yığılan yapraklar, sırtımıza ne büyük acılar yükledi, satır satır yazdı. toprağından kopan aydınların trajedisini hikâyeleştirdi. emeğinden, ekmeğinden çalınan, geçinemeyen, yoksullaştırılan insanların ne kimliğine, ne diline, ne inancına baktı. “türk halkını ne zamandan itibaren kimler ve hangi politikalar yoksul bıraktı? halkın bu makûs talihini yenmek için hangi politikaları uygulamak gerekir?” gibi soruların peşine düştü. bu yolda binlerce kitap okudu, onlarca kitap yazdı, somut öneriler sundu… bu nasıl faşistlik? faşist mi görmek istiyorsunuz? malumatfuruş ‘barış elçileri’ ve onların yardakçılarına bakın. onlar, buldukları her fırsatta; üretime, adaletsiz gelir dağılımına, ağalık sistemine, feodal yapıya –yani dokunanın yandığı konulara– hiç değinmeden, sıcak kürklere sarınıp korunaklı alanlarını asla terk etmeden, dünyaya sadece kafatası odaklı bir yaklaşımla baktılar ve ‘bölücü, ayrıştırıcı’ bir dil kullandılar. boğaz sefası konuşmalarını sultan kayıklarında yaptılar.
nihat genç’in yazılarını ve konuşmalarını dikkatle incelediğimizde, en siyasi söylemlerinin dahi derin bir insan ve tabiat sevgisiyle yoğrulduğunu görürüz. büyük yazarlarda toprak ve tabiat bir inanış, adeta bir dindir. onun halis yüreğinden kopup gelen duygu yüklü konuşmaları ve tabiat vurgusu asla boş bir hamaset içermez. eski medya patronu aydın doğan’ı eleştirirken bile, sözü kaz dağları’na, karadeniz’in sahillerine, konya’nın uçsuz bucaksız ovalarına getirir. çünkü bilir ki, bizi bu topraklar için mücadeleye sevk edecek en güçlü unsur; tarih şuuru kadar, türkiye’nin saklı güzelliklerini görmek, anlamak, hatırlamak ve devamlı hatırlatmaktır.
bu sevgi “sözde” kalmaz. bir bakalım erzincan’a, iliç’e… uluslararası şirketler ile onların yerli işbirlikçilerinin bölgeyi yağmalamasına karşı en sert tepkiyi yine nihat genç göstermiştir. bizzat iliç’e gidip veryansın tv ekibiyle birlikte orada günlerce karargâh kurmuştur. yayınlar yapmış, zehirlenen köylerin ve köylü direnişinin haklılığını her programda defalarca, yüksek perdeden dile getirmiştir. medyadan çıt çıkmazken, o, bağırarak bunun bir işgal olduğunu ve bu işgalin devamına asla izin vermeyeceklerini söylemiştir. ona “faşist” diyenler ise bu alanlarda yoklardır, hiç olmamışlardır… iliç direnişinde ve egemenlerin farklı zamanlardaki çeşitli işgal girişimlerinde, nihat genç’in eski ama asla eskimeyen bir yazısı gelir aklıma hep:
“bu bayrağa iyi bakın, bu bayrağın gölgesinde kimse bugüne kadar teslim olmadı, olmayacak. bir daha bakın bu bayrağa, bu bayrağı teslim almaya kalkışanların akıbetlerini iyi hatırlayın. bağımsızlık gelmiş geçmiş tarihte bütün uygarlık değerlerinin en büyüğü ve en kutsalıdır. ay yıldızlı bayrağı dokunanlar hangi yabancı bayrağa güveniyorsa, o bayrağın ülkesine yolculuğa hazırlansın. çünkü bu toprak tarihin her döneminde her cins ihaneti tükürdü, kustu, fırlattı ve tekmeleyerek kovdu.”
bir konuşmasında şöyle demiştir: “her şeyden umudum kesilir, anadolu toprağından (insanından) umudum kesilmez! benim umudumu kars’tan, diyarbakır’dan kimse kesemez…”
nihat genç’in sordum kara çiçeğe adlı bir kitabı vardır. kitabın ismi, yunus emre’nin “sordum sarı çiçeğe” dizesine bir saygı duruşudur. genç’in tezi şudur: “ben kara çiçek derim, yunus sarı çiçek demiştir.” hepimiz, anadolu’nun bin bir renkten süzülmüş çiçekleriyiz. devamını yazara bırakalım:
“yunus’un, mevlânâ’nın, hacı bektaş’ın büyüklüğü; bu toprakları mezhepten, dinden, ırktan çok ötelere, sonsuzluğa, yani insanlığa açmış olmalarıdır. insanlık düşüncesi, tarihte ilk kez bu topraklarda, en güzel şarkılarla ve sözlerle dillendirilmiştir…”
nihat genç’in öfkeli sesi; sinemaya bile gidemeden askere giden, ardından türk bayrağına sarılı tabutlarla, sıvası dökülmüş evlerine gönderilen tertemiz gençlerin çığlığıydı, onların isyanıydı.
hayattaki en büyük korkusu; evsiz, parasız, aç kalmak gibi son derece doğal, insani kaygılar değildi. onun asıl korkusu, fetö gibi karanlık odakların, türk milleti’nin millî egemenliğine el koyma ihtimaliydi. işte, hormonlu ve orantısız güçler tarafından kalleşçe donatılmış ahlâksız bir topluluğa karşı, onun cephanesinde yalnızca sedef içinde büyümüş inci tanelerini andıran, eşsiz ve soylu kelimeler vardı. mancınıkla fırlatılan grejuva ateşi gibi, yıkılmaz denilen kaleleri yıllar boyunca o kelimelerle vurdu. dışı takiye elbiseleriyle örtülü adamların façasını, karizmasını ayaklar altına alıp paspas gibi çiğnedi.
onun, yıllar önce leman’da yayımlayıp, sonra kitabına da aldığı çok değerli bir yazısı vardır: “penisi kesilmişlerin cennet devleti.” bu yazı, benim tüm zamanlarda okuduğum en etkileyici, en sarsıcı ve en edebî metindir. aynı zamanda, nihat genç’in yaşam kavgasının çarpıcı bir özetidir.
“…bedenimizde taşıdığımız milyonlarca çağın bize emanet ettiği insanı, yani beyni, duyguları, seçimleri, iradeyi kimseye teslim etmeyeceğiz. yalnızlığımız içinde ölürsek, mehtaba bakıp kendi içine büzülerek kararıp kavrulan ‘koruk üzümler’ gibi ölürüz; ama kimsenin, ama kimselerin, ama cemaatlerin, holdinglerin, paşaların, ağaların şarabı olmadık, olmayacağız…ve sürüleri güden o değnekleri başlarında kıracağız…
ya, birkaç kilometre önünde 230 bin kişilik yunan ordusu ve sırtına paltosunu çekip başını taşa koyup uyuyan mustafa kemal gibi… ya da putlarla dalga geçip göklere, mehtaba tek başına hüzünle bakıp, yüce ve tek varlığa sığınıp, oyuncaktan, çamurdan tanrılar tanımayan hazreti ibrahim gibi!”
“nihat genç sarayın adamı” dediler… nihat genç’in son kitaplarından birinin adı: saraya kılınan namazlar.
“nihat genç katil” dediler… takipçisi olan ciddi (!) bir gazeteci, onun fatsa’da adam öldürdüğünü iddia etti. ne çıksa beğenirsiniz? isim benzerliği!
nihat genç, sky türk’te serdar akinan’la birlikte program yaptığı dönemde, amerikancı suflör mehmet altan bey’in hakaretine maruz kalır. yapılan kan testlerinde, damarlarında dolaşan sıvının insan kanına değil; soros’un bakteriyel vajinozisinden zerk ettiği koyu kıvamlı sidiğe ait olduğu tespit ve tescil edilen bu ikinci cumhuriyetçi suflör-yazar, nihat genç’e, — ondan geldiği için iltifat sayılabilecek — bir hakaret eder. genç, ona yanıt vermeden önce şöyle bir cümle eder: “tek bir şey istiyorum… ne söylerlerse söylesinler, ama ben hayattayken ve benim yüzüme karşı!”
yalan bilgi yaymayı ve gerçekleri çarpıtmayı kendilerine şiar edinmiş sinsi kemirgenler bile, nihat genç’e “paracı”, “hileci”, “yalaka”, “satılmış”, “kalleş”, “makam düşkünü”, “vatan ve bayrak düşmanı” gibi alçakça ithamlarda bulunamadı. belki onun gazabından, hakikatin keskin dilinden korktular; bu yüzden onursuz iftiralara cesaret edemediler. atılan bir taşla engin denizler bulanmaz; ama bu yazının yazılma amaçlarından biri de budur: nihat genç’in yokluğunda, meydanı boş sananlara karşı, olası her türlü iftiraya bir meydan okumadır bu satırlar. “biz buradayız!” demektir. veryansın’ın değerli ekibi ve bu ülkenin onurlu, soylu evlatları, olası bir alçaklığa asla müsaade etmeyecektir.
nihat abi için vatan toprağı, öz oğlunun bile önünde geliyordu. oğlu laçin ile anıları, babasının zihninde çoğu zaman silik ve mahzundur. bu konuları her zaman özel saymış, asla anlatmamıştır. ancak ambargo tv’de katıldığı bir programda, format gereği bazı sorulara yanıt vermek zorunda kalmış ve orada, yılların vicdani yükünü birkaç cümleyle dile getirmiştir: “oğlum, dedim… senden özür dilerim. kurtuluş savaşı ya da birinci dünya savaşı ile ilgili tarihî romanlar okuyoruz ya… farz et ki baban öyle bir savaşa gitti ve yıllarca dönmedi…”
asım bezirci’nin, şair a. kadir’in için bir sözü vardı: “çilenin olduğu kadar direncin de adıdır, umudun ve çalışkanlığın da adıdır. kısacası, örste dövüle dövüle çelikleşen namusun adıdır.”
nihat genç, örste dövüle dövüle çelikleşen namusun adıydı!
***
bir gün, nihat genç’in —adını şimdi hatırlayamadığım— bir kitabını okuyorum. orada, tekrar tekrar geçen bir kelime var; bebek şampuanı markası gibi sevimli bir kelime… lülü ya da lili, buna benzer bir şey. hemen açıyorum telefonu: “abi, bu kelime ne demek?” arkada bir dost meclisi gürültüsü var, ciddi adamların tok sesleri geliyor kulağıma. fısıltıyla, “çük,” diyor. “ne, anlamadım.” bir kez daha, yine fısıltıyla: “çük,” diye yanıt veriyor. “abi, duyamıyorum seni, anlamıyorum!” nihat abi sonunda tedbiri elden bırakıyor ve o ciddi ortamı yok sayarak telefondan bağırıyor: “çük! çük!”
telefonu kapatınca pervasızca bir kahkaha attım. sonra uzun uzun düşündüm, gözlerim koyu bir boşluğa daldı. en sevdiğim yazara, istediğim zaman bir telefonla hemen ulaşabiliyorum! ne büyük bir lütuf, hayattaki en büyük şansım! kim bilir, belki de o sırada yetkin, nüfuzlu ve kendi gibi büyük adamlarla memleket meselelerini tartışıyordu. ve ben, bu tartışmanın en hararetli anında, saçma sapan bir soruyla o konuşmayı böldüm! ne zaman arayıp bir şey sorsam, nihat abi, ciddi tartışma ortamını adeta dondurur, dönüp bana bir şeyler anlatmaya, öğretmeye çalışırdı. hangi şartta olursa olsun, sanki, beni bekliyormuş gibi, o telefon anında açılırdı. bir kez bile kapattığını hatırlamam. beklediğimi dahi hatırlamam…
ama artık çocuk değildim.
o günden sonra bir karar verdim: kafama estiği gibi aramayacaktım artık. ve gerçekten, bir daha öyle rastgele aramadım. ne zaman arasam, önce sorardım: “abi, müsait misin?” o da her zaman aynı şekilde yanıtlardı: “tabii babacım, buyur…”
şimdi, 2010 yazına, kuş kanadında gelen o cıvıltılı, kıpır kıpır yaz mevsimine yeniden dönüyorum. elimdeki hayali balyozla zamanı kırıyor, geçmişe doğru bir yol yürüyorum. nihat abi’nin sesini ilk kez duyduğum, heyecandan tir tir titrediğim o güne dönüyorum yeniden. yine o pencereden manzaraya bakıyorum: keltepe dağı. kendini özleten tatlı bir esintiyle burnuma çarpıyor sarı ve kara çiçeklerin kokuları. çiçeklere sormuyorum; o kokuları, öd ağacından yapılma eski sandıklarda uyutup saklamak, sonsuza kadar solumak istiyorum. keşke 2010 yazının o gününde devamlı kalabilsem! zihnim, içine girdiğim zaman diliminin sınırlarını aşırı zorluyor ve birdenbire şimdiki zamana fırlatılıyorum. keltepe’nin tacı kurumuş, pul pul dökülüyor güzelliği. ağlayarak yırtınan duman rengi gökyüzünün hüznü binmiş dağın tepesine. ruhu olan o matemli tepeleri nakış gibi işleyip güzelleştirecek olan kalender siluetler, marşlar eşliğinde “cumhuriyet’i yaşatacağız.” sözü veriyor. öte dağlardan, sözcüklere dönüşecek bir ses akımının gelmesini bekleyerek kulağıma götürüyorum telefonu, ağlaya ağlaya, boş yere:
“abi, müsait misin, diyorum, seni çok özledim!”
(bkz: https://www.veryansintv.com/…-sarkimizdi-saniyorlar)
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek, oylamak, mesaj yazmak için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap