79 entry daha
  • zeliha sevim burak’ın ele avuca gelmez, sınıflandırılmaya, etiketlendirilmeye, bir kalıp içinde muhafaza edilmeye dirençli, zamansız yazısını, iğnelerle perdelere iliştirilmiş, kesip yapıştırma marifetiyle, terzi becerisi, dikkati ve titizliğiyle ince ince işlenmiş öykülerini, oyunlarını, romanlarını, mektuplarını, ondan kalan yazılı ne varsa her şeyi topluca paketleyip uzaklardaki bir arkadaşımıza postalayacak olsaydık, üstüne “beni deliler anlar” diye onun ağzından bir not düşürmeyi aklımızdan geçirebilirdik.

    ünlemle sıçratacak türden bir başlık olurdu bu. hâlâ ve her zaman, ne kadar bize yakın diye düşünürdük. böylece hem coşkumuzu hem de bizi ona bağlayan hissiyatı dile getirmiş, ufak bir rötarla, kendi yargımızı onunkiyle birleştirip sözüne yama yapmış, kumaşından kendimize yepyeni bir giysi biçmiş gibi olurduk. yazarın bütün sözcüklerini kasap kağıtlarına sarardık (kitapların mutlaka ilk baskılarını, nadide afrika maskları gibi, kıymetli ve aynı zamanda sıradan bir parfüm şişesi gibi, ama hep aynı itinayla...) ve gittikleri yerde değerleneceklerinden, el üstünde tutulacaklarından kuşku duymazdık. sevim burak’ın “beni deliler anlar” adıyla yayınlanmış mektupları bana göre bugüne dek mektuplara atılmış en güzel başlık olabilir, yayımlayanlar onun da seveceğini düşünmüş olmalılar.

    sevim burak’ın 1967’de (36 yaşındayken) güzin dino’ya yazdığı mektupta yer alan sözleri: “bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. açık gözler için hiçbir şey yazmayacağım. dünyalarını kaybetmişler için... kendim için yazacağım. erken bunamışlara, hayalperestlere, çok açık olanlara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere... delilere yazacağım... aptallara da sevgim var. ama delileri yaratıcı buluyorum...” okurun yazarın sözüyle göz göze geldiği, ipliğinin bir ucunu onda yakalayıp düğümü attığı anlardan birinde çınlamış olmalı: “beni deliler anlar”. trajik yapıtlar doğurmuş trajik hayatlara yakışan bir çınlama bu, hayatını bir yapıtmış gibi yaşayan, bozmakta ve harap etmekte de inşa etmekte olduğu kadar becerikli olabilenlere özgü bir tuhaf, kuralsız dans. kağıt üstünde dans... bağımsız, sınır tanımaz bir kahraman edasıyla, kendi takasının kaptanıdır o, hem yalnız hem kalabalık aynı zamanda. hastaneden yeni çıkmış, ağrılar içinde olmasına rağmen afrika kostümlerine bürünmüş imza gününe giden bir leydi zarafetiyle beliriyor; iflas etmiş ama yine de yıkıntılara yerleştirdiği kırmızı telefondan mültecilerine bağlanan antikacıyla sohbet ederken görüyorum onu, bütün maaşını mahalledeki çocuklara ziyafet çekmek için harcayan fiyaskosunu ziyaret ederken, boğaz’daki kiralık yalından dalgalara serilmiş suda sırtüstü savrulurken... bazı evlerden polis emriyle çıkartıldığına, dünya hali ile kendi hali arasında gidip gelinmesine, oğluna nasihat eden bir anneyken sanki dünyevi dilin şifrelerini, düzenin işleyişini şifreleştirip, direnişin nelerden kaçış olduğunun ipuçlarını verirken... öyle bir leydi ki, aynı zamanda leydilik müessesesiyle de dalgasını geçiyor, tek başına çoksesli bir koro ve aynı zamanda bir nadir eşyalar galerisi, kavramsal sanat teorisyeni ve sözcüklere ahşap nesneler gibi muamele eden bir hece marangozu.

    sevim burak gibi eskimez bakışın ışığıyla kamaşıp kamaştıranlara vergi, cömert yazarların hissettireceği türden bir yakınlık, mektuplar okuyanlarla yazar arasında kurulan. mektuplarını bir kez daha, üzerinden zaman geçip de şimdiki algımla, belki olgunluk çağımda, belki hâlâ toy, inadına acemi, hep hayrete açık okuduğumda, kendimi yepyeni bir kitaba, ondan ödünç aldığım haykırışla taptaze bir manifestoya ulaşmış gibi hissettim. bugüne dair bazı düşüncelerimizin geçmişin aynasında doğrulandığını gördüm. cemiyetlerin nasıl da hiç değişmediğine, düzenin nasıl da benzer kodlarla işlediğine, yazarın (kadın) olağan yazgısına, insanlık hallerinin aslında hep bir karikatüre elverişli –çoğu zaman can sıkıcı benzerlikte– doğasına, bazı yaratıcıların geleceğe ışınlanmış algısıyla yaşadığı çağda değil de, geleceğin koltuğunda (hep erişilemez bir mesafe boşluğunda) yerleşip oturduğu için anlaşılmaz kaldığına... mektuplar aracılığıyla, sevim burak’ın çevresinde yer alan her bir nesneyi, durumu bambaşka yorumladığına, dünya dilinin uzağında kendi ilk harflerini neredeyse toplu iğneyle bir kayaya kazıdığına, ve yine sözcüklerin ilk hali aracılığıyla içindeki mağaraya adım adım yaklaşmasına tanıklık ediyorsunuz: “kadın mıyım, erkek miyim, kurt muyum, ağaç mıyım...”

    sevim burak mektuplarını yapıtından pek de ayrı düşmeyen bir yöntemle kaleme almış, öyle ki bazen bir mektubun tamamlanması bir yıl almış, bazıları gönderilmeden kalmış. çoğunluğu oğluna yazılmış mektuplarında zaman zaman günlüğe yaklaşmış. mektup yazmak üzerine şunları söylemiş abidin dino’ya: “hep bir öncekine eklenerek büyüyen bir mektup düşünün, yüzlerce parçadan ortaya çıkan bir yamalı bohça gibi. bir gün nasıl olsa, bu bohçanın bir ucundan gelip sizi bulacağımı biliyordum. bir yazar olarak mektup yazmak böyle ama günlük ömrünü dolduran bir insan olarak, bu sıralama, bitiştirme, ekleme işinin, hayatımızın çok uzun bir parçasını hem de yazık yere aldığını düşünüyorum. daha çabuk yaşamalı insan, daha çabuk yazmalı, daha çabuk düşünmeli. lsd kullananlar farkındalar bu işin.”

    bir mektuba bütün benliğiyle sızan okur, ister istemez kendi karanlığında görünen ve sessizliğinde yankılananlara da takılır. kitabı bitirdikten sonra kütüphanesinde ona yakın durmasını isteyeceği kitabı arar, bulur. yan yana dursunlar ister, altını çizdiği bir paragrafı tekrar okuyup ışığı kapatır: “aydınlıkta olan tek şey bilincim. kendi kendimin önüne bile bir karartı gibi düşüyorum. kendimin de düş olduğunu inanıyorum. düş gördüğüme o kadar eminim ki, şu başkalarının hayatını görmesem. kapalı perdelerin arkasında düş-uyku-korku geçiriyorum. sanatımın düş olduğunu biliyorum. birdenbire aydınlığa çıkınca deli oluyorum. kimsenin suratını görmek istemiyorum. benim yazdıklarımla bu suratların ne ilişkisi var? düş görerek bir yandan da uyanık yaşayamam. benden şu dünyada beklenebilir mi yarattığım şeyler gibi yaşamam? yazdıklarıma bakarak benden ne beklenir? ne kadar uzağım ben her şeyden. sanatımdan, küçük yaramaz bir çocukmuşçasına bahsediyorum. saklıyorum korkumu. vahşiler gibi yaşamak istediğimi, yaşamak istediğimi.”

    kuzguncuk'a yolunuz düşerse sevim burak'ın evini ziyaret edin. orada yaşadı, yazdı, acı çekti. oradaydı. edebiyatımızın hâlâ hakkı tam anlamıyla teslim edilmemiş nadide yazarı. baş tacımız. yine mektuplarından: “taşlar, demirler, bozuk elektrik ocakları, atılmış fişler, eski bir bisikletin kornası, bir evin kırmızı kapı numarası, sokak ismi (delikoç sok. no 15) neler anlatmaz ki?.. deli koç’un bağlı olduğu ipi, boynuzları, eski postunu, bir de kırmızı yumurta biçiminde porselen boyalı eski bir 15 numarası. işte bizim 50 yılımızın somutlaşması, yani delikoç sokağının eski işaretleri.”

    görsel
hesabın var mı? giriş yap