17717 entry daha
  • üç kırmızı tuborg candır. 4.sü ile coşulur. kelimeler dile gelir. dil kaleme akar. kalem entry olur. entry birşeyler karalar, okuyan okur..

    nereye gidecek ne yazacağım, düşünmeden kurgulamadan başlıyorum. fonda tarkan'dan gecenin ürkek kanatlarında, god is an astronaut'tan the end of the beginning ve deep forest'tan elemental... pek bilinmezler ama şiddetle de tavsiye edilir.

    yaşıyoruz hepimiz. bir şekilde, hissediyoruz. duyguları, nesneleri, insanları.. yaşamın bizzat kendisini hissediyoruz. hislerimiz var olduğuna emin olduğum tek gerçek. yalnızca elektriksel uyarılar, akımlar ve onları yorumlama şeklimiz ile varız. varlığımıza kanıt olarak gösterebilceğimiz tek şey hislerimiz. sahip olduğumuz tek şey... dokunduğumuz masanın varlığını, içtiğimiz suyun soğukluğunu, sevgilinin dudaklarının sıcaklığını gerçek kılan tek şey hislerimiz. doğan güneşin güzelliğini, gecenin gizemini, sigaranın dumanını, kalbin çarpışını, sabah ezanını anlamlandıran tek şey... bir dizi elektirksel akım, bir dizi kimyasal olay...

    bilinç, evrenin temel noktasıdır. şayet var olmasaydı bilinç, evren de var olmayacaktı. kendini deneyimleyebilen, görebilen gözlere sahip olmasa idi, nasıl var olabilirdi, varlığını kim veya ne teyit edebilirdi... geçmişimi düşünüyorum. sanki onca yıl hiç yaşanmamış gibi. zaman kavramı tamamiyle kaybolmuş. geçmek bilmeyen saatlerden, geçmek bilmeyen günlerden geriye kalan, adeta bir projeksiyon makinası misali görüntüler oynatan bir bilinç. aklımdakini ne kadar doğru ifade edebilirim bilmiyorum ama, sanki bizler sabitiz. onca zamanı yaşamamış, onca koşuşturmanın içinde var olmamışız gibi. sanki zihne, tüm bu anılar tek tek yükleniyor gibi. dünya üzerinde geçirdiğim 24 koca sene, hiç yaşanmamış gibi. anı düşününce insan, geçmişe bakınca, tüm o yorgunluklar, tüm o koşturmacalar tüm o yaşanmışlıklar, yalnızca görüntülerden ibaret.. zihnin canlandırdığı görüntülerden...

    56 yaşında annem de, 58 yaşında babam da aynı şeyi söylüyor. o kadar hızlı aktı ki zaman.. o kadar karşı konulmaz bir şekilde, hızla yaşandı ki herşey, durup düşünürken insan soruyor kendine, tüm bunlar maddi olarak, gerçekten yaşandı mı? her geri dönüp bakışımda aklıma gelen tek şey akıp giden görüntüler silsilesiyken, hislerim haricinde neye güvenebilirim, nasıl maddesel bir dünyadan emin olabilirim... yaşanan tüm deneyimlerin, yalnızca beyinde olup biten bir süreç, zihinde oluşan bir yanılsama olup olmadığından nasıl emin olabilirim...

    odamın ışığını kapatmışım, müzikten ilham alıyorum, belki de hiç okunmayacak birşeyler karalıyorum. asla gerçekliğinden emin olunamayacak bir hayat yaşarken, onca tantana görüyorum. dünyeviye boğazına kadar batmış insanların, koskoca evrende hiç bir yer kaplamayan küçücük dertlerini, ufacık sorunlarını, aralarındaki alıp veremediklerini görüyorum. kendini dünyada prenses/prens hissedenini de, birileri rahatını sürdürecek diye bir ömrü köleliğiyle karın tokluğuna heba edenleri de görüyorum. anlam veremiyorum. uzunca zamandır tüm bu olup bitene anlam veremiyorum. öylesine saçma, öylesine amaçsız, öylesine yapay gelmeye başladı ki herşey, artık neyin gerçek neyin doğru olduğunun ayrımını da yapamıyorum. haliyle soruyor insan kendine, tüm bunlar gerçek mi...

    dinler üzerine uzun uzun kafa yoruyorum. burası adeta bir simülasyon dünyası olmalı, kader denen kavram, zaman denen kavram tüm bunlar dünyeviye işaret ediyor da, gerçek başka bir yerlerde diye adeta yiyorum kendimi. metalaştırmadan, din denen olgunun salt mantığını kavramaya çalışıyorum. belki de, böylesi bir hissiyatın betimlenme biçimiydi din. "gerçek başka bir yerlerde evlat" demenin bir başka yoluydu. belki de, tüm bu insani basitliklerin varolmadığı bir büyük bilinçti tanrı, geriye döneceğimiz ve kendisinden koptuğumuz.

    karmakarışığım. çevreme bakıyorum karmakarışık. insanlara bakıyorum karmakarışık. kaos, sanırım tüm bu düzenin tek gerçeği. düzen de kaosa bağlı, kaos da düzene. birbirini tamamlayan iki kavram. gece ve gündüz gibi, yaz ile kış gibi. herşey zıttı ile varolabiliyor. ve insanlar, çok ilginçtir, varlığına zıt...

    bir balık bir kuş olsaydım, ne fark ederdi diye soruyorum kendime. tüm olanı biteni farkedemeyecek kadar düşük bir zihinsel aktiviteyle, içgüdüsel ve gen kontrolünde yaşasaydım, derdim tasam olur mu, yorgun düşermiydim yine tüm bu evrenden. 2senelik üniversite mezunu bir arkadaşım, 4 seneliğe ne kadar şanslı olduğunu ve mutlu olması gerektiğini söylüyor. 4 senelik üniversitede okuyan arkadaşım bana aynı cümleleri kuruyor. ben babası petrol istasyonları sahibi olan zengin arkadaşıma söylüyorum. o belki koç holding yöneticileri için aynısını söylerken, onlar bill gates için böyle düşünüyor. belki de bill gates fakir birine ölesiye özeniyor. insan denen canlının çilesi, bulunduğu konumdan bağımsız olarak bizzat varlığına yöneliyor. bunu anlıyorum. konum arttıkça beklenti artıyor, beklenti arttıkça başarısızlığın yükümlülüğü artıyor. başarı arttıkça, yeni başarı kapıları beliriyor girilmesi gereken. en tepede ise bıkmışlık hakim, hayattan tat alamama. aslında herbir seviyede aynısı hakim. kimse hayattan tat alamıyor. kendini kandırabilen bir azınlık var imrenerek baktığım. sonra diyorum ki, kendine yalan söylemek için bilinç sahibi olmak gerek. bilinç sahibi olmak demek mutlak mutsuzluk demek.o halde kendine yalan söyleyen değil, bir yalan ile doğan ve bunu fark edemeyenler var. cehaletin mutluluk getirip getirmediğini bilemem ama, mutsuzluğu azalttığı kesin...

    beyin haşare düşüncelerin saldırısına uğruyor. kemiriliyor. kaçmak imkansızlaşıyor. bazen bir rüya tek kurtuluş oluyor. kaçıp kurtulmanın tek yolu... (bkz: #29469292) kapandığında gözler, daimi bilinç bir süreliğine tatile çıkıyor. işte belki huzur oradadır diye, huzra kapanıyor gözler. belki en gerçek olana varılıyor. bir hayal dünyasında arınmış oluyor insan. yağmurda yıkanan bir ruh gibi, tertemiz olmayı diliyor...

    ne mi itiraf ettim bunca satır arasında, sanırım deliliğimi...
264321 entry daha
hesabın var mı? giriş yap